MAHALLE BÖLÜCÜLÜĞÜ KAVRAMI ÜZERİNE DENEME

Büyük yalnızlığın yüzyılında, çaresiz insanların sıkışmışlığından dolayı umudumuzu yitirdiğimiz bir dönemde, iyiliğin nasıl yayılabileceğini konuşmak bile insanı bir an olsun ümitlendiriyor. Gelir adaletsizliğinin en fazla hissedildiği, neoliberal politikaların insanları “köleliğin” var olduğu yüzyıla geri götürdüğü prekeryaların çağında, yeryüzüne ve doğaya düşman bir medeniyette, iyiliğin organize olmuş hali için fikir yürütmek bile insana nefes aldığı hissini veriyor.

İçinde bulunduğumuz durum, algoritmaların ve gerçek ötesi söylemlerin, bir insanın kaldıramayacağı kadar ağır “hız” kavramı ile bütünleşmiş olmasından kaynaklanıyor. Buna bağlı olarak, bilginin sel olup aktığı bir dönemde cahillikten kuruyan insanların kafasını kaldırıp, daha doğrusu itaat ettiği yaşam tarzından sıyrılıp maviliklere bakamamasının üç temel sebebi var. Bu üç sebep, iyilik başta olmak üzere erdemin ve değerlerin organize olmasının önünde büyük engel.

Bunlardan ilki “Dunning Kruger” sendromu…

Kruger ve Dunning, 1999 yılında bilişsel önyargının bir biçimini tarif eden bir makale yazdılar. Makaledeki tanımlamanın çıkış noktası McArthur Wheeler isimli bir soyguncunun 19 Nisan 1995’te yüzü limon suyuyla kaplıyken iki bankayı soyması sonrası görülen ceza davasıydı. Wheeler, yüzü limon suyuyla kaplıyken güvenlik kameralarına yakalanmayacağına inanıyordu. Limon suyunun kimyasal özelliklerini yanlış anlamıştı.

Yapılan incelemeler, bu tip davranışların temel sebebinin, kişinin belirli bir etkinliğe ait performansını nasıl ölçeceğini bilmemesinden kaynaklandığını gösteriyor.  Dunning, “Öz İçgörü: Kendini Tanımaya Giden Yolda Engeller ve Sapmalar” adlı kitabında, Dunning Kruger etkisini “günlük yaşamın anozognosisi” olarak tanımladı. Kitabında Dunning şöyle diyordu: “Eğer yetersizseniz, yetersiz olduğunuzu bilemezsiniz… Doğru bir yanıt üretmek için ihtiyacınız olan yetenekler, doğru cevabın ne olduğunu tam olarak anlamanız için ihtiyacınız olan yeteneklerdir.

İnsan bir konuda sahip olduğu yeteneğin derecesi hakkında bilgi sahibi değilse, hatalı olduğu çok belli davranışlarda bile çok iyi performans sergilediğine inanıyor. Hız, çoğu insanın kendi konfor alanının dışına çıkmasını engelliyor. Konfor alanına sıkışmanın bir sonucu olarak da insanlar merak etmenin tehlikelerinden vazgeçerek, kolay yoldan elde ettikleri bilgilerle kendilerine bir kale inşa ediyorlar. Kendilerini bu kalenin içinde mutlu kılmak adına saçma sapan bir performansla vasatın ve kalesinin (grubunun) dışındakine karşı kötünün hüküm sürdüğü bir hayatın peşinden gitmeyi seçiyorlar.

Sosyal medyaya baktığınızda da en eften püften paylaşımlarda bile Oscar adaylığı performansı sergilediğine inanan etkileyicilerin veya fenomenlerin hareketlerinin temelinde sadece cahil cesaretini değil, psikolojide “ortalamanın üstü etkisi” diye adlandırılan hepimizin çarptırıldığı bir tür cezayı da rahatlıkla görebilirsiniz. Araştırmalar, insanlar her türlü başarıda, liderlik etme özelliği gerektiren durumlarda kendilerini ortalamanın üzerinde gördüğünü belirtmekte. Herkes bu kadar ortalamanın üstünde olamayacağına göre, bu da insanların benliğini değerli görme ihtiyacının fazlasıyla arttığını gösteriyor.

Bu kadar hızlı dönüşen bir dünyada, insanlar kendini denge halinde tutmanın bir yolu olarak bu deliliği ve ayakta kalabilmek adına “ötekine” veya “diğerine” kötülüğü kolayca tercih ediyor. “Kasabanın sırrı” gibi herkes bu durumun absürt olduğunun farkında olmasına rağmen sessiz kalırken, egonun hayatta kalma mücadelesi olarak tercih ettiği “Homeostasis” hali genel geçer bir kural haline geliyor. Hakikat bir anda kayboluyor ve gerçeğin ötesinde, insanların katkıları ile başka bir evren şekilleniyor. Organizma belki de bu şekilde iç dengesini kendi çabasıyla korumaya çalışıyor. Sevgi, saygı, kabul görme ve beğenilme gibi yetersiz uyarılma veya başarı, toplum içinde yer edinme, sosyal medyada kendini gösterme veya kendinden söz ettirme gibi aşırı uyarılma durumlarında çevreye uyum için içten içe büyük bir çaba sarf ediyor. Bu çabayı da ölçemediği için denge sağlamak birinci hedef oluveriyor. Bu tatsız durumlar da bu sebeple yaşanıyor.

Gelelim ikinci kavram olan “Yankı Odası” kavramına…

İletişim kurma biçimimizi değiştiren sosyal medya, özgürlüğün önünü açmak yerine algoritmaları sayesinde bizi küçük gruplara böldü. Ferrari ile bakkala gidercesine, sadece takip ettiğimiz insanların fikri ile kendi düşün dünyamızı şekillendirdik. Ya da herkesin konuştuğu veya paylaştığı üzerinden kendimize ait bir gerçeklik oluşturduk. Bu tutum, denge kurma çabamızla da birleşince, kendimiz gibi olan insanlarla bir arada sanal cemaatler oluşturduk. Bu kavramı ilk kez kullanan isim Howard Rheingold. 1993 yılında yazdığı “Sanal Cemaatler – Virtual Community” adlı kitabında, internet ve ağlarına bağlı, bilgisayara dayalı iletişimin, insanların toplumsal yaşamında sanal cemaat olarak adlandırılabilecek yeni bir oluşum başlattığını ileri sürüyor.

Toplumun bu kadar rekabetçi ve acımasız olduğu bir dönemde, internet üzerinden kurduğumuz ilişkilerin bir toplulukla kurduğumuz ilişkileri esas alan cemaatlere benzemesi büyük tezattır. Rheingold, bu ilişkileri mahallede arkadaşlarla buluşulan kafelerdeki ilişkilere benzetir. Kendimiz gibi insanlarla geniş bir yelpazede konuşma, tartışma ve bir gruba ait hissetme ihtiyacımızı karşıladığımız ve “sanal mekân” internete taşıdığımız bu ilişkiler, günlük hayatımızda rasyonel bir şekilde biçimlendirdiğimiz kalıplarımızdan “kaçma rampalarına” benzemektedir. Hiç bilmediğimiz, yüzünü bile görmediğimiz insanlarla kurduğumuz bu duygusal yakınlık, günlük yaşamımızı şizofreniye dönüştürmeye başladığında da ikili bir hayatı kendi içimizde de yaşamaya başlamaktayız. Bazen taşıdığımız statünün, ekonomik durumumuzun veya cinsel eğilimimizin yarattığı dengesizlik, bu şizofreniyi kendi içimizde de yaşamamıza yol açar. İşte hakikat ile gerçeklik arasındaki farkın derinleştiği yer de burasıdır.

Denge arayışındaki insan, sanal ve gerçek hayatını bütünleştirmek istediğinde, dış dünyaya kapalı bir akıl yürütme biçimi geliştiriyor. Sürekli olarak kendine benzeyen veya olmak istediği hayatı temsil eden insanları takip etmeye, onları dinlemeye, onların sözlerini söylemeye, onların gittiği yerlere gitmeye veya onların yediği yerlerde yemeye başlıyor. Bu davranış biçiminin yaygınlaşabilmesi teknoloji ile oldu. Az kanallı, düşük sayıdaki iletişim mecralarından internetin otobanına çıkılması ve sosyal medyanın yaygınlaşması, bu olgunun tüm hücrelerimize kadar girmesine yol açtı.  Jamieson ve Cappella’ya göre “hem mesajların kendi içinde iletilirken büyütüldüğü hem de mesajların çürütülmeden korunduğu yalıtılmış bir medya ortamı” olarak tarif edilen yankı odası (echo chamber) kavramı, internetin algoritmaları ile kaçınılmaz bir gerçek halini aldı. Tütün şirketi Philip Morris’te lobici olan John Scruggs, 1998’de yaptığı tanımla, yankı odalarını iki mekanizma olarak tanımladı. Bunlardan birincisi aynı mesajın farklı kaynaklar tarafından tekrar edilmesi, ikincisi ise benzer ancak birbirini tamamlayan mesajların tek bir kaynaktan yayınlanmasıdır. Scruggs, yankı odasını, belirli bilgilerin bir hedef kitleye güvenilirliğini artırmaya yönelik bir strateji olarak tanımlıyordu. Tüm bunlar, sosyal medya şirketlerinin filtre balonları ile, insanın farkında olmadığı bilgilerin ve paylaşımların önüne düşmesi ile neticelenir. Her hareketinizi kaydeden bu algoritmalar ve filtreler sayesinde, daha az farklı şeyleri görür ve takip edersiniz. Burada ürün siz olduğunuz için, amaç sizin demokratikleşmenizden çok, sizin sevdiğiniz paylaşımlar üzerinden ticari olarak kullanılan verilerinizle daha fazla satın alma yapmanızdır.

Demek ki, dengesizliklerden kurtulmak için vasatlığı ve kötülüğü bile kabul edebilecek bir noktaya sıkışıp kalıyoruz. Algoritmalar bize bunu kafamızı vura vura öğretiyor. Tüketim toplumunun da etkisiyle her şey istemediğimiz şekilde dönüşürken, bize de itaat etmek kalıyor. Kendine ait olan ne varsa terk ediyor. Ne acı değil mi? Aynı bedende başka bir insanla yaşamak zorundasınız. Ama daha da acısı, ikisi de sizsiniz.

Vasatın ve kötülüğün hızlı yayılmasını sağlayan üçüncü kavram da ötekileştirmeyi tetikleyen “sosyal öğrenme” kavramı…

Albert Bandura’nın sosyal öğrenme kuramında bahsettiği gibi hem çevre hem insan karşılıklı olarak birbirlerinin davranışlarını etkiliyor. İnsanlar hem kendi davranışlarını şekillendiriyorlar, kalıplarını oluşturuyorlar. Hem de diğer insanların davranışlarını örnek alıyorlar. İletişimin bu kadar yoğun olduğu bir dönemde, gün içerisinde aldığı mesajların tamamını işleyemeden belleğine kaydeden bir insan, bu etkileşim süreci sonunda hangisi kendi kalıbı, hangisini dış çevreden aldığı bilgisini kaybetmeye başlar. Anlayacağınız, kişinin kişiliği, çevre, davranış ve kişinin psikolojik süreçleri harmanında dış dünyadan elde edilen mesajların galibiyetiyle tasarlanmakta. Bu tasarımda, aslında bir süre sonra kişinin neye, niçin, neden inandığı, hatta hangi bilgiyi nasıl elde ettiği gibi belirsizlikler önemini yitirmeye başlar. Hızlı karar alabilmek adına, hızlı bir şekilde ikna olması gereken insanlık, fastfood yaşamanın huzuruna kendini bırakmak zorunda kalıyor. Bilgi, derinleştireceğine avamlaştırıyor. Vasatı kabul eden insanlık, elindeki veriyle en iyi performansını sergilemek zorunda kalıyor. İletişimin mekaniği de veri işleme sürecini olabildiğince kısalttığından, karar verme aşamasında yeterli bilgiye sahip olmadan kanı oluşturmaya başlıyor. Hatta bazen birine, sahip olduğu kanıya nasıl vardığını sorduğunuzda, size kaynağını söyleyemeyecek kadar sersemlemiş olmasının sebebi de budur. İnsanlar, içine düştüğü bu hali bilemeyecek kadar aptal değiller. Ama çaresizler. İşte bu sebeple, kendi gibi çaresiz insanlardan oluşan, kendine en uygun bir grubu seçerek, iyi hissedecekleri bir denge haline varmayı hayal ediyorlar. Peki ya diğerleri?

Unutmayalım ki, bireyin bir grup içine sıkışması, onu dengesini bozacak tehlikelerden de korur. Günümüz dijitalleşmesinin dolaşım sisteminin en önemli uçlarından biri olan sosyal medyanın algoritması da bunu destekleyen bir yapıda inşa edilmiştir. Anlık zaman çizelgesine düşen ve kısıtlı cümle veya bir görselle sembolleştirilen içerikler kendinizi tarif etmenin ve nasıl karar almanız gerektiğinin ana belirleyicileri olmaya başlarlar. Eğer sistemdekiler kötüyse, kötülük yapmak kolaylaşır. Eğer sistem kötü ise, insan da kötüdür.

Kendinin neye inandığını tarif edemeyen insan, karşısındakini dinlemek yerine bir anda onun ne olup olmadığı üzerinden tanımlama yapmaya başlar. Bu tanımlamayı yaparken de güçlü bir referans olarak, varlığını sürdürmek için dahil olduğu bir grubun onun için çizdiği resme bakmayı tercih eder. Orada olmayan ne varsa, inancına göre, muhakkak karşısındakinin resminde o vardır.

Bu üç temel kavram, günümüz insanını farklı bir şekilde etkilese de bazı davranış biçimlerinin yerleşik olması açısından ortak etkiler de yaratıyor. İsterseniz, basit bir diyagramla bu kavramların yarattığı ortak etkinin vücut bulduğu yeni tanımlara bakalım. Üç büyük dairenin kesişim noktaları, dairelerin kapsam dışında kalan alanları ve ikili kesişim sonucunda tetiklenen yeni kavramları merkeze alan alanlar, bir noktada birleşiyor. İşte ben, bu noktada ortaya çıkan kavramın, kişi veya kurumların, ana amaç olarak kullandığı iletişim yöntemleri ve taktikleri neticesinde günlük hayatımıza giren yeni bir bölücülük ortaya çıkardığını düşünüyorum: “Mahalle Bölücülüğü”

İlk ikili kesişim kümesi “Sosyal Öğrenme Kavramı – Yankı Odası Kavramı” kesişimi ile oluşan küme… İnsanların sosyal öğrenme yoluyla edindikleri bilgilerin, bazen fiziksel bazen de dijital ortamlarda sergiledikleri tutumun, bir yankı odası çerçevesinde, sadece kendisi gibi düşünenlerden oluşan bir dünya yaratması doğal bir “sanal mahalle”yi ve akabinde de destek ve linç kültüründen hareketle bir mahalle baskısını belirgin bir şekilde ortaya koyuyor. Örnek vermek gerekirse, televizyonlarda belli bir görüşü savunan yorumcular veya trol diye tabir edilen sosyal medya kullanıcıları, bir konunun doğrusunu bilmesine rağmen, grubun menfaati gibi konumlandırdıkları olgu için yanlışı sürdürme eğiliminde olabiliyorlar. Profesyoneller, bu mahalle baskısına temel oluşturan kültür ve değerleri bilerek, isteyerek kullanıyorlar. Bu yolla, grup içindeki sayıları grubun tamamına göre çok az olmasına rağmen, grubun kendileri gibi hareket etmeleri için bu baskı unsurlarını bir enstrüman olarak kullanıyorlar.

Mahalle baskısı kavramı Şerif Mardin tarafından ilk olarak “Religion, Society and Modernity in Turkey” adlı kitabı üzerine 2 Mayıs 2007 tarihinde gazeteci Ruşen Çakır’ın yaptığı röportajda kullandı. Bilimsel veriden çok, sosyolojik bir gözlem üzerine kullandığı bu kavram, aslında kullanıldığı dönemdeki muhafazakâr kesimin, siyaset dışında da seküler kesime olan baskısını tarif etse de kullanım alanı sonralarda genişledi. Bir grubun, formel veya informel kurallarının grup üyelerinin tutum ve davranışlarını belirlerken hissettiği bir baskıyı tarif ederken de kullanılmaya başlandı.  

İkinci kesişim kümesi de “Dunning Kruger Sendromu – Yankı Odası” kesişimi ile oluşan küme… Performansını ölçümleyemeyen insanların, iletişim mecralarının artması ve etki alanlarının genişlemesi ile birlikte filtresiz, özgürce (!), herhangi bir kaynağa dayanmadan paylaştığı bilgiler cahil cesaretlerini körüklerken, yankı odalarına sıkışmış insanlar, mağaralarının dışına çıkmak yerine kendi hayatlarını bu bilgilerle dolduruyorlar. Bu tip bir bilgi alışverişi de doğal olarak büyük bir çöplük ortaya çıkarıyor. Bu çöplüğün ana malzemesini de safsatalar oluşturuyor. Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ne göre “boş, asılsız, temelsiz söz” demek olan safsata, sosyolojik olarak da “Hatalı akıl yürütmeler ya da akıl yürütmede yapılan yanlışlar” şeklinde tanımlanıyor. İlk başta mantıklı gibi gözüken bu çıkarımlar, yankı odalarında büyütülüyor. Adam karalama, -sen de- safsatası, niteliksel adam karalama, ortak tutuma başvurma, inanca başvurma, grup baskısı, duygulara başvurma, korkuya başvurma, yağcılığa başvurma, yeniye başvurma gibi farklı türleri ve örnekleri olan safsatalar, cahil cesareti yüksek insanlar tarafından gerçekmiş gibi grubun iletişim kurduğu mecralar aracılığı ile dolaşıma sokuluyor. Bazen kimin dediği, ne dendiğinden daha fazla önemli hale gelebiliyor. Neredeyse gün içinde yüzlercesi ile karşı karşıya kaldığımız bu akıl yürütme yöntemi, yankı odalarına taraftar bulabilenler sayesinde hakikatin önüne geçebiliyor.

Son ikili kesişim kümesi ise “Dunnig Kruger Sendromu – Sosyal Öğrenme” kesişimi… Bilginin hakikatine erişim çabası göstermeyen, hız ve performans temelli kararlar almak zorunda olan insanoğlunun, çevresinden elde ettiği verileri analiz etme şansı düşüyor. Sosyal öğrenme yoluyla tutumlarını şekillendiren insanlar, bazen liyakatsiz insanların söylemlerine ve özgüvenlerine inanabiliyorlar. Özellikle son dönemlerde, “Ben ne olacağım?”, “Bu teknolojik gelişmelerle varlık sebebim ortadan kalkacak mı?” diye kendi yetersizliğini sorgulayan insanlar, yeteneklerini ve donanımlarını geliştirmek yerine gerçek ötesi de olsa söylenenlere daha çabuk inanabiliyor. İlk iki kesişim kümelerinin başarılı çalışması ile daha da kuvvetli etki eden “post-truth” (gerçek ötesi) kavramı, liderliğini Trump’ın yaptığı merkez sağ politikacıların vazgeçilmez bir söylemler bütününü ifade eder hale geldi. Kaygının bozulması ile birlikte, kaynakların kendi lehine kullanılacağına inanan insanlar, oy vereceği kral liderlerin “kendisine bir varlık sebebi” üretme kapasitesine gönülden inanmak istiyor. Bu küme, profesyonel siyasetçiler, şirketler, markalar tarafından daha net ve hedef odaklı oluşturulabilirken, bilime ve akla dayalı, dünya meselelerini önceleyen kişi ve kurumlar tarafından çok da tercih edilmiyor. Bu sebeple, rasyonalist tercihlerin yerine duygunun öne geçtiği karar alma süreçlerinde bu kümeyi doğru kurgulayanlar sistemlerini sorunsuz çalıştırabiliyorlar.

Bütün bu kavramlar ve kesişim kümelerinin mahallesi, zümresi, eğitimlisi, eğitimsizi, sağcısı, solcusu yok.

Kendi amacına uygun bir şekilde kullanmayı tercih edenler, doğru iletişim mecralarını seçerek kendi gruplarını etkileyebiliyorlar. İnsanların yetersizlikleri, duyguları, inançları, değerleri ve kültürü kullanılarak algının olgunun önüne geçmesine imkân sağlıyorlar. Bir nevi, kendi mahallelerini kullanarak bölücülük yapıyorlar. Hepsinin ortak özellikleri de;

  • Sahip oldukları grubun kesinlikle diğeri ile ortak bir noktada birleşmemesine odaklanma,
  • Kutuplaştırma,
  • Ayrıştırma ve ötekileştirme,
  • Bilgiye erişim için zaman harcamayan insanlara, gerçekle harmanlanmış bilgileri dolaşıma sunma,
  • Vasatlaştırma,
  • Herkesin her şeyi yapabileceği duygusunu körükleme,
  • Gerçek ötesi söylemler kullanarak gerçeği saptırma,
  • Hissizleştirme,
  • Linç etme,
  • Çarpıtma ve safsataya dayalı akıl yürütme yöntemlerini kullanma,
  • Bilgiye dayalı olsa da aykırı söylemleri marjinalleştirme,
  • İnsanların değer, kültür ve duygularını kullanarak yanlış yapıyorlar algısını yayma,
  • Teknolojinin kullandığı imkanlardan faydalanarak, yaptıklarını “doğal” ve “organik” gibi gösterme

Tüm bu kümelerin kesiştiği yerde, zamanın ruhuyla şekillenen insanın zaaflarını kullanan “mahalle bölücülüğü” kavramı var. Biz farkında olmadan üç küme de kusursuz çalıştığında, mahalle bölücülüğü kavramı hayatımızı olumsuz etkiliyor. İnanılmaz bir hızın ve veri bombardımanının altında kalıyoruz. Sosyal medyanın hayatımıza kattığı yankı odalarında, el yordamı ile sağa sola bakarak öğrendiğimiz yeni iletişim metotlarını kullanmaya çalışıyoruz. Bu bölücülük, kendinden olmayana hak etmediği şekilde orantısız güç sergilenmesine yol açıyor. Çaresiz insanoğlunun gerçekle imtihanının bilerek geciktirilmesini sağlıyor. Bilgi toplumu olmayan her toplum için sıçrama önündeki en büyük engel. Kronik sorunları olduğu gibi, “kötünün mahalleyi terk etmesine” yol açacak bir farkındalık veya toplumsal dışlama bile etkisinin önemli ölçüde azalmasına katkı koyabilir.  

Unutmayın, bölücülük bir süre sonra bağımlılığa dönüşüyor. Bir bakmışsınız avlanmaya gittiğinizi zannederken, hepiniz birer av oluvermişsiniz.

Onun için, iyilik iyidir.

SON İNSAN-Dijital Bir Gelecekte Hayatta Kalmanın Yolları